Her gün aldığımız iki gazeteden biri olan Radikal’in yenilenmesi (ki benim çok hoşuma gitti) ile birlikte hafta sonları Çınar Oskay’ı okumaya başladım. Burada da zaman zaman paylaşmak üzere yazılarını bir kenarda linkliyor, ayırıyor olsam da paylaştığım ilk yazının bir seneden biraz daha uzun bir süre önce babası Ünsal Oskay hakkında yazdığı veda yazısı olsun istedim.
Tamamını buraya yapıştırıyorum, normalde link verirdim yazıya ama konu ve içerik bu kadar uyunca Babaolmak.com’a; tamamı arşivde yer alsın istedim…
Babamdan Ne Öğrendim?
Çınar Oskay, 24 Ekim 2009, Radikal
Babamla maceram doğumumla, beni mosmor gördüğü o ilk anda “Ege güzeli! Latince öğreteceğim! Adını Hefaistos koyacağım” demesiyle başlamış. Anneannemlerin yüreğine inmesiyle bu fikirden vazgeçmek zorunda kalmış. Ama dayılarım beni bir süre “Hefoş Hefoş” diye çağırmış. Babamla rengârenk bir çocukluk ve hayat yaşadım. Onu çok sevdim. Hayatım boyunca bir saplantı gibi onu kaybetmekten korktum. Ve geçen hafta bugün onu kaybettim.
Benim kendisi gibi akademisyen olmamı istedi. Ben olmadım. Hayatı hep kavgayla geçti. Çalışma masasındaki lambasının salona yaydığı ışık, duvarda gölgeler oluştururdu. Hâlâ gözümün önündeler. Bitip tükenmek bilmeyen çevirileri, yazıları yazarken, daktilosu evdeki tüm sesleri bastırırdı. Çıt çıkmazdı. C. Wright Mills’i, Frankurt Okulu’nu Türkçe’ye çeviriyordu. Öfkeliydi. Yaptıklarını neden bir kavga gibi gördüğünü anlamazdım. Ben daha rahat bir hayatı seçtim. Ona yakın durarak kendimi onun ışığının bir parçasıymış gibi hissettim. Gideceği günü düşünmemiştim.
Bronzdan heykeller jenerasyonu
“Bizim için artık çok geç. Sizin kadar okumamız, yazmamız mümkün değil” demiştim geçenlerde. Pes etmiyordu: “Çınar, evet, belki bizim kadar okuyamazsın. Ama o dönem farklı bir dönemdi. Bu senin suçun değil. O insanlar bronz heykeller gibiydi. Şimdi her şey plastik. Akademisyenler bile.” Bunları söylerken gözleri yaşarırdı.
Babam için yaşamak, insanın insanca yaşamasına engel olan şeyleri göstermek, onlarla savaşmaktı. Bunun farkında olanları, iyi insanlar kabilesi gibi görürdü. Ama gruplaşmayı sevmezdi. TİP’in bir toplantısına gidip de “Alafranga mı, alaturka tuvalet mi?” diye tartışıldığını görür görmez “Hadi bana eyvallah” deyip tüymüş. Hep tek başına yaşadı, çalıştı, yazdı ama uzaktan uzağa akıllı adamları, iyi yazarları izlerdi.
Kendisine kitaplardan, iyi filmlerden, belgesellerden, şiirden bir dünya yarattı. Her saniyesi büyük fikirlerin içinde geçiyordu. Ama bu dışlayıcı, seçkin bir yerde durma arayışı değildi. Mahler dinlerken tavuk suyuna çorba yapardı. Karpuz keserdi. Çoraplarını yıkardı. Sade zevklerini hep korudu. Yoksulluktan geldiğini hiç unutmadı. “İnsan hâlâ eksik bir insan” derdi. Bir insanın ortada bu gerçek dururken başka işlerle uğraşmasını anlamıyordu. Ama iyi marangozlara, araba tamircilerine, balıkçılara hayranlıkla bakardı.
Continue reading