Üç yılı aşkın süredir Alpay’ın peşine takılıp hafta sonu kamplarına gidiyoruz. (Yazın düzenlenen yazlık-haftalık kamplara iştirak etmeyi beceremedik henüz) Neyse… Alpay kim mi? KampaGidelimMiBaba.com diyeyim şimdilik.
Bu hafta sonu da bu senenin ilk kampı için Alpay ve Erin’in peşine takıldık. Sezonu açtık. Üstelik de sanırım ilk kez Turuncu ( 79 model T2 Volkswagen Westfalia Camper Bus’ımız) olmadan, normal arabayla, yanımıza çadırımızı ve matlarımızı alarak Düzce’nin tepelerinden birinde; Kocayayla’ya kampa gittik.
Kamptan bugün döndük (hatta aslına bakarsanız dönmedik bile, bu yazıyı İzmit’te yazıyorum) Dolayısıyla belki de tarihin en hızlı kamp yazısını yazıyor olabilirim. :)
KampaGidelimmiBaba.com’u takip etmiyorsanız etmenizi öneririm. Haftalık kampları düzenli duyuruyorlar. Malzemesi olmayana malzeme sağlıyorlar, kamp için ne gereklidir ne değildir hepsi kamp öncesinde güzergahla birlikte düzenli (ve defalarca) duyuruluyor.
Şöyle bir saymaya kalkınca, Bolu Aladağlar, Menekşe Yaylası, Saoğucak Yaylası, Çiğdem Yaylası gibi yayları Alpay sayesinde öğrenmişiz, bu hafta sonu da Kocayayla’yı öğrendik. Kampa gelelim…
Bir uyanıklık yapıp Cumartesi sabahı erkenden yola çıkıp da Düzce’deki buluşma yerine gitmek için Cuma akşamı okul çıkışı yola çıktık. Z’nin babaannesi ve dedesi İzmit’te yaşadıkları için akşam yemeğini İzmit’te yer, gece kalır sabah da Düzce’ye gitmek için çok erken kalkmayız diye planladık. (Babaanne yapımı kek ve börek de bonus olacaktı) Evdeki hesap çarşıya uymadı. TEM otoyolundaki büyük bir kaza sebebiyle Hereke civarında üç saati aşkın bir süre arabanın içinde oturmak zorunda kaldık. (Çocukla TEM’de üç saat arabada oturmak konulu bir yazı da yazabilirim ilerde) TEM’deki bekleyişimiz sırasında kamp için hazırladığımız yiyecek çantası, özellikle de meyveler çok işe yaradı. Z; akşam yemeği olarak iki kocaman yeşil elma yedi; 22:00 sularında da arka koltukta uyudu ve ertesi sabah babaannesinin yatağında uyandı.
Buluşma yeri Düzce’nin biraz yukarısı; hedeflenen saat 9:30-10:00’du. Düzce’nin biraz yukarısının 26km kadar yukarısı olduğunu bilmediğimizden biraz gecikerek 10:30 civarında Samandıra Şelalesi’ne vardık. En son varan biz olmadığımızdan çok utanmadık bu gecikmeyle ilgili. (Suçu da babaanneye ve gece torununu göremediğinden sabah doyamayışına ve hazırladığı kahvaltıya attık.) Z’nin ana okulu KKBCE’den kamp arkadaşlarımızı orada bulacağımızı biliyorduk ve beklendiği üzere Z için çok daha eğlenceli bir hal aldı kamp o andan sonra; kampın genelinde iki kız takıldılar pek çok zaman.
Buluşma yerine erken gelenler kahvaltılarını tamamlayıp tüm beklenenler de gelince 11:00 civarında yola çıkıp arabalarla dağ yollarından 10km daha ilerledik. Yol boyunca kah sağımızdan kah solumuzdan Samandere eşlik etti bize. Biz yukarı giderken o aşağı doğru geliyordu.
Yaylaya varınca kamp yerimizi; ateş yakılacak noktayı belirledik; arabaları boşalttık ve hızla çadırlarımızı kurduk. İçlerine yerleştik; hafif bir öğle yemeği hazırlayıp yedik. Bu esnada kamp yerinin civarında pek çok minik derecik, su birikintisi ve ıslaklık olduğundan sanıyorum ayakları, çorapları ve ayakkabıları ıslanmayan çocuk kalmadı. Alpay’ın tüm uyarılarına uyup iki hatta üç yedek kıyafet hazırlamış olsak da ben bizzat kapının kenarına hazırladığım Z’nin çizmelerini evde unuttuğumdan tüm kampı çorap ve ayakkabı kurutma ızdırabıyla geçirdim. Bir ara Çağrı sağolsun yedek ayakkabı edindik. Kamp kuruluşu ve ardından ilk iki tur yedek değişimi ardından yolluklarımızı hazırlayıp, mataralarımızı alıp 14:00 sularında yürüyüşe başladık.
Kalabalık grupla yürüyüş biraz dağınık ve yavaş oluyor. (Benim gözlemim ideal orman yürüyüşü sayısı 10 çocuk 10 veli) Kampta toplam 20 çadırdık, iki çocuklu pek çok çadır vardı, sanırım tek ebeveyn olan sadece üç çadır vardık. Dolayısıyla bol çocuk ve büyük şenlik vardı. Her yaştan çocuk olması bana kalırsa daha da eğlenceli hale getiriyor kampları. Elbette akran olan çocuk sayısının fazlalığı da birlikte vakit geçirmelerini kolaylaştırıyor; öte yandan bu yaşlarda (7 yaş ve civarı) ufaktan kız erkek kamplaşmaları başlıyor, çok fazla kaynaşmamaya başlıyorlar.
Cumartesi günkü yürüyüş yaklaşık iki saat sürdü; 2-3 kere mola verip bir şeyler atıştırdık, rastladığımız çeşmelerden mataralarımızı doldurduk; çocuklarımızın bir kere daha ıslanışını seyrettik. Tepelik bir alanda cep telefonlarının bir anlık şebeke buluşuna kapılıp mesajlar atıp almaya bile çalıştık. Sonra kampta çocuklarımızla olduğumuzu hatırlayıp sakinleştik. Ufak bir yörük köyünü gezdik. Dönüşü de normal yoldan yapmayıp kaybolma riskini alarak orman içinden yapmaya karar verdik.
Bu kampların benim için en eğlenceli yanı hatta ilk katıldığımızdan itibaren en önemli katılma sebebimiz Alpay’ın çocuklarla olan iletişimi ve yürüyüş esnasında onlarla çaktırmadan yaptığı doğal hayat eğitimleri. Yanı sıra bir ebeveyn olarak da Alpay’ı gruptaki sorunlu çocuklarla baş ederken uzaktan gözlemlemek çok hoşuma gidiyor. (Ne yalan söyleyeyim çaktırmadan ben de bir takım yöntemler ediniyorum)
Üç yıl kadar önce ilk kez Aladağlar’da karlı bir kış kampında 3-4 yaşlarında 6 veledi peşine takıp da ormanın içinde ilerlerken seyredip Alpay’ı, bildiğin hayran olmuştum (itiraf saati) o yaştaki çocukları kendine bağlayıp, yol boyu bir şeyler göstererek, anlatarak, ilgililerini farklı oyunlarla sürekli canlı tutarak uzun süre gezdirmişti.
Kamplarda amaç sadece çocukları eğitmek ya da eğlemek olmayıp ebeveyn çocuk ilişkisini hatta ebeveyn-ebeveyn ilişkisini de geliştirmek olduğundan Alpay’ın tüm bu ikililer için ortaya koyduğu yöntemlere şahit ya da kurban (!) olmak bence kampların en eğlenceli yanı.
Orman yürüyüşünde de parkur zorlu bir hal aldıkça ve çocuklar yorulmaya başladıkça sırayla birini en başa geçirip lider yaparak ilgi ve heyecanlarını ayakta tutarak yolun sonlarına getirdi Alpay. Son kısımda da çocukları bir başlarına ayrı bir yoldan kampa yollayarak dehşet bir heyecan kattı hepsinin yürüyüşüne. (Aslında çok kısa bir yol kalmıştı ve hepsi büyük bir heyecanla ebeveynleri olmadan yürüyüşün tadını çıkarttılar)
Kampa varınca “Babalar haydi ateş için odun toplamaya” çağrısıyla anneler yemek hazırlığına babalar da odun toplamaya girişti. Biz tek babalar da birbirimize bakışmak durumunda kaldık ne yapalım. ☺ Bir yandan yemek hazırlarken bir yandan da sırayla biraz odun toplayıp döndük.
Akşam yemeğimiz esnasında hava iyice soğumuştu. Kamp yapımı tarhana çorbamız; kıymalı makarnamız, söğüş salatalık ve domateslerimizle üzerine de çayımız vardı. (Daha ne olsun) Biraz ötemizde kamp ateşi de yanmış ve çevresine onlarca ayakkabı, çorap ve eşofman altı asılmıştı bile. Z de kamp sandalyesini ve ıslak ayakkabılarını eline alıp ateş başında oturdu bir süre. Sonra da pılını pırtını toplayıp yatmak için çadıra geldi. 20:45 sularında uyku tulumuna girip kısa sürede uykuya daldı. İşin fenası onun yanında biraz yatıp kalkmaya niyetli babası da uykuya daldı. (Korkarım ki ondan daha fazla üşüdüm ve bir kırıklık baş göstermişti.) Kampların en keyifli anları çocuklar uyuduktan sonra ateş başında bir şeyler içip sohbet etmek olsa da bu sefer beceremedim. (Oysa tedarikliydim de bu sefer olası sıvı tüketimi için) 22:30 sularında bir ara uyanıp Alpay’ın “Özgür nerde yahu?” dediğini de duysam da ayılmayı beceremeyip, tam tersine soyunup uyku tulumuna girmekte buldum çözümü… Artık ertesi sabah biraz dalga geçilmeyi göğüsleyecektim.
Gece vukuatsız geçti sayılır. Kalın ve daha büyük uyku tulumunu Z kullanıyordu. Bu sebeple de bir ara sıcaktan dellenip uykusunda kendini tulumun dışına attı ama tetikte olduğum için fark etmeden kendisi geri sokulup olası ikinci bir kaçışa karşın battaniye de tulumun üzerine atıldı. Sonuç sabaha karşı üşüyen baba, hiçbir şey hissetmeden horul horul uyuyan kız çocuğu… Vukuat yok. (Kendime not: Uyku tulumunda bir dahakine çoraplarını çıkartma)
Sabah kısa bir süre yağmur yağdı; üzerine dolu dolu bir kahvaltı ettik. Çadırların içini topladık ancak çadırları yürüyüş dönüşüne bıraktık çünkü güneş çıkarsa çadırların kuruması iyi olacaktı. Yağmur tekrar başladığında ekip yürüyüşe hazırdı. Yağmurluklar çekilmiş; ateşte kurutulmuş ayakkabılar giyilmişti. Yürüyüşe çıkıp bir süre ilerlediğimizde ortaya çıktı ki Z’nin ayakkabılar ve çoraplar yürüyüş öncesinde ıslanmıştı. Yavaş yavaş en sonda kalıp sonra da çadıra dönmek ve kitap okumak konusunda anlaşınca ekibe haber verip planımızı uyguladık. Çadırda Z. Önce kendi kendine sonra bana kitap okudu sonra da ben ona –aynı kitabı- okudum. Böylece “Karlar Ülkesi / Frozen”ı 2780. kez okumuş olduk.
Bir saat sonra yürüyüş ekibinin dönüşüyle kampın toplanışı hızlandı. Çocuklar kek börek bir şeyler atıştırıp bir kez daha ıslanıp da dönüş yolculuğunu ıslak yapmayı garanti altına alırken büyükler çadırları topladılar ve teker tüker yola çıkıldı. (Z, bir şekilde tekrardan kurumuş ayakkabıları ve son çift çorabıyla yola kuru çıkmayı başarıp her ikisini birden ilk benzincide kaşka göz arasında sularda zıplayarak ıslatmayı başardı: görev tamamdı)
Biz de dönüş yolunda bir kez daha İzmit’e babaanneye uğradık ve kendisinin bizi biraz daha şımartmasına izin verdik. Şu anda Z ödevini yapıyor; babası da Babaolmak.com’u güncelliyor.
Bir kampın daha sonu. İlk fırsatta yeni bir kampta görüşmek üzere. Teşekkürler Kampa Gidelim mi Baba nokta kom; teşekkürler Alpay.
04 May 2014 at 22:43
Yani sizinle birlikte ben de kamp yapmış gibi oldum, okurken yağmurdan ıslandım, ateş başında kurudum, üşüyerek uyudum, aynı şeyleri bana da yaşattın Özgür, sağol yaaa.
09 May 2014 at 11:29
Kıskandım :( gelemedim ve çok pişmanım :( ilk fırsatta aranızdayım :)
09 May 2014 at 15:26
Özgür ya ne güzel yazmışsın :=) Teşekkürler