“Neden Blog Yaz(a)mıyorum?” diye atmıştım yazının başlığını en başta. Aslında sanırım “Neden blog yazıyor(d)um?” sorusunun cevabını kendime hatırlatmakla başlamam lazım.
1999-2000; bir internet şirketinde; tüm günümü (hatta geçeklerimi) internet başında geçirdiğim bir çalışma hayatında weblog kavramıyla tanışmış ve kendime blog(lar) açmıştım. [ fikirkutusu.com ile başlamış sonra fikirbaz.com ile devam etmiştim] Yaptığım şey internetteki gezintimin kaydını tutmak; gezdiklerimi gördüklerimi hem kendim için hem de eş dost arkadaş için bir kenara kaydetmekti. İki elin parmaklarını geçmeyecek kadar Türkçe blog varken bir yandan da Türkçe içerikli bir mini yayın organı olmuştu işte.
Sonra sonra sinema eğitimim ve elbette ki merakımdan bir sinema blog’um oldu. [klaket.com]Her gün tek bir yazı yazdığım bazen film eleştirisi bazen sinema haberi yazdığım blog sayesinde pek çok yeni arkadaşım, takipçim oldu. Hatta blog’a benden başka yazanlar olmaya başladı. 15 sene geçti üzerinden hala görüştüğüm iyi arkadaşlar edindim.
Kızım doğduğunda da bu kayıt tutma alışkanlığıyla ilk iş yeni bir blog açtım. Kendi duygularımı, tecrübelerimi önce kendim sonra yakın çevrem için ve elbette ki kızım için kayıt altın almaya başladım. Bu işi genelde annelerin yapıyor olmasından kaynaklı bir babanın bunu yapması ilginç gelmiş olacak ki oldukça ilgi uyandırdı ve pek çok kişi takip eder oldu.
Oysa kızımın annesiyle ayrıldığımız dönemden başlayarak gittikçe daha az yazar, daha az yazabilir oldum. Bunun bir sebebi kızımla haftanın yarısında başbaşa olmak başta olmak iş dışındaki bilgisayarsız hayatımın daha baskın hale gelmesi, bilgisayar başında işle ilgili geçirilen vaktin her geçen yıl daha da konsantre şekilde işle ilgili geçmek zorunda olması (ülkenin ekonomik düzeni ve bu düzende ayakta kalmanın gerektirdikleri – hele de kendi işinin sahipleri için) malumunuz. Yanı sıra açıkçası ayrılık sonrası dönemde yazmaya oturduğumda belki de duygularımı ayrıştırmayı becerememekle ilgili kaygılarımı da hesaba katmak lazım. Oysa en başından bugüne (4 yılı geçti) çok isterdim ayrı ebeveynlikle ilgili yaşadıklarımızı bloğumun ilk döneminde olduğu gibi paylaşabileyim. (Biliyorum çok acayip bir kaynak da olurdu) Zaman zaman yazdım. Ama çoğunu kendime sakladığımı da itiraf etmem gerek.
Yıllar yılları kovalarken weblog kavramı blog’a blog dünyası kısa ve hızlı mesajlaşmayla birlikte “mikro blogging”e evrildi; twitter ve benzeri mecralar ortaya çıktı. Anlık durum paylaşabildiğimiz pek çok yerimiz oldu. Uzun yazılar okunmaz; yorumlar blog yazılarının altına değil de Facebook gibi sosyalleşme alanların yazılır oldu. İyi oldu kötü oldu… Ana akış belli platformlara taşındı.
Hatta fotoğraf paylaştığımız Flickr gibi paylaşım ortamları sadece yedekleme alanlarına dönüşürken instagram gibi paylaşım yoğun hızlı tüketim ve akış mecraları doğru her şeyin kısa ve öz hızla aktığı üstelik görsel öncelikli bir alan oldu. Öyle ya artık kocaman fotoğraf makineleriyle değil cebimizdeki telefonlarla fotoğraf çekiyorduk. Yedekleme bir kenara atık bastırmaya bile ihtiyaç duymadan 2-3 kanal üzerinden hayatımızdaki nerdeyse istisnasız herkese ulaştırıyorduk.
Zaten biz interneti gezmez, internet ve tüm içeriği ayağımıza gelir olmuştu bile.
Artık paylaşım da içerik akışı da bloglarda değil, Facebook, Instagram, Twitter, Swarm gibi yerlerde. Bu mecraların hepsinde akış gayet kronolojik ve kayıt altında. Oturup da kaliteli bir içeriği kendi mecranda paylaşmak mı? Niye ki?
Geçen yıla geldiğimizde ise hayatımın sanırım ikinci en büyük olayı gerçekleşti ve bir de oğlum oldu. Kızım internete doğan bir kuşağın mensubuyken oğlum sosyal medyaya doğmuş oldu dönem itibariyle. Sadece dönem değil anne babası itibariyle de. Öyle ya; oğlumun annesiyle birbirimizi ilk tanıdığımız yer bloglarımız ve friendfeed gibi sosyal medya ortamlarıydı.
Ablasının ilk yıllarında olduğu gibi oğlumun da ilk döneminde aynı yoğunlukta blog tutabilmeyi isterdim. Bir yandan baktığımda blog’umda değilse de sosyal medyada elbette ki ciddi bir kayıt var. Özellikle de Facebook ve Instagram’da ama açıkçası ayrı bir blogda düzenli yazmaya benim ne enerjim ne de vaktim yetti.
Biri artık ilkokula giden; oldukça birebir ilgi gerektiren bir yaşta olan; iki ayrı evde; İstanbul’un iki ayrı yakasında iki çocuğum; üstüne (yine iki ayrı yakada) kendi evim ve işim olduğunda oturup da kaliteli bir kayıt üretmeyi maalesef beceremeyeceğimi gördüm. Elbette ki kayıt tutmak konusunda oğlumun annesine de sessiz sedasız güvenmemin de ilgisi vardır. Ve yine samimi bir şekilde itiraf etmek gerekirse ilk ayrılığımda olduğu gibi ikinci seferde de yazarken pek çok duygunun iç içe geçip de ayrıştırılamaz olacağına dair kaygımı da hesaba katmak lazım.
Bu elbette ki hiç yazmadığım anlamına da gelmesin. Paylaşım anlamında bu denli kalabalık ve yoğun bir akış dünyası varken sadece kendime ve çocuklarıma tuttuğum bir takım defter sayfaları elbette var. Okuyacak kişiler günü geldiğinde nasıl olsa okurlar.
Peki şimdi niye oturdum da yazıyorum? Neden yazmadığımı, yazamadığımı açıkladığım yazı aslında yeni bir başlangıç; aylar süren bir arayı bitirme yazı olsun diye yazıyorum. Yine uzun bir aradan sonra hayatımın yavaş yavaş düzene girdiği ritminin birazcık olsun yavaşladığını hissettiğim bir dönemde belki de artık ihtiyaçtan ya da yedekleyebildiğim enerji beni blog başına çektiğinden… Yazıyorum.
Yazmayı seviyorum. Rahatladığım, deşarj olduğum şey yazmak. Rahatlattığı kadar beni motive eden şey. Arkamda yazılı bir şey bırakmayı seviyorum. Bir gün gelip de kocaman bir kadın babasının o çocukken yazdıklarını nasıl okuyup gülümseyecekse kocaman bir adam için de bu böyle olsun istiyorum.
Baba olmayı; babalık yapmayı ve açıkçası bunu paylaşmayı da seviyorum. Belki de bu babalar günü, yeniden düzenli yazmayı becermek için iyi bir başlangıçtır.
Bence denemeye değer.