Geçenlerde kitapçıda gezerken Can Dündar’ın yeni kitabına – Kırmızı Bisiklet – rastlayıp üstelik de “baba olmak” ile ilgili yazılarını derlediğini görünce hemen atladım. Üstelik sadece kendime değil; ilk babalar gününü yaşayacak olan ortağıma da aldım bi’ kopya babalar günü hediyesi olarak.
Can Dündar’ı hep ve çok sevmişimdir. Oğlu Ada doğduğundan beri de yazılarından takip etmişimdir. Tüm kitaplarını (neredeyse) okumuşumdur. Hatta öyle ki medya ile ilgili yazılarını derlediği “Yağmurdan Sonra” tüm iletişim fakültelerinde daha birinci seneden zorunlu ders kitabı olmalıdır. Hatta son dönemde daha da sık aklıma gelmeye başlamıştır Can Dündar’ın medya ile ilgili – bana kalırsa ders niteliğindeki yazıları.
Uzatmayayım alın okuyun demek için yazmaya başladım ya bu yazıyı… Kitabın arka kapağından da bir şeyler paylaşayım. Sonra bir şey anlatacağım:
Önce ürkerek bastı pedallara… Kırmızı bisikletin dengesi bozuldu. Fark ettirmeden seleden tutup düzelttim.
Acemi sürücüyü iltifatlar ve ıslıklarla yüreklendirdim.
Şimdi bazen arkasından tuttuğumu bilmeden bisikleti kendisinin sürdüğünü sanıyor, bazen ise tuttuğumu sanıp gerçekten kendisi sürüyordu.
Zamanla bisikleti kimin yönettiğini ayırt edemez oldu.
Oysa ben farkındaydım:
Kırmızı bisiklet uçmaya hazırlanıyordu.
Kitaptan bir alıntı bu; kitabın tanıtım yazısı da şöyle:
Kırmızı Bisiklet’te Can Dündar “baba olma” serüvenini, kendi yaşadıkları üzerinden okurlarla paylaşıyor. Kendi babasıyla ilişkisini, “babba” kelimesini ilk duyduğunda yaşadığı coşkuyu, başlardaki uykusuz gecelerde hissettiklerini ve onu takip eden, “Hangi masalı okumalı, hangi oyuncağı almalı?” gibi endişeleri, bütün içtenliğiyle dile getiriyor.
Ve kırmızı bisikletin iki tekerlek üzerinde seyretmesiyle uyanan, “Hangi okula göndermeli, tarihi nasıl anlatmalı, doğumu nasıl öğretmeli, beladan nasıl esirgemeli?” gibi kaygılarla, giderek bir yol arkadaşına dönüşen oğluyla ilişkisini anlatıyor.
Can Dündar, Kırmızı Bisiklet’in 20. baskısını hazırlarken kitabı elden geçirerek yeniledi. Kendi yaşadıklarının yanı sıra başkalarının deneyimlerine; günümüz çocuklarının, gençlerinin ve anne babalarının sorunlarına da yer veren yazar, kitabın yeni halini, yakın zamanda kaybettiği babasına vedasını anlattığı yazılarla sonlandırdı.
Anlatacağım şu ki; yazıya başlarken dedim ya; Can Dündar’ın yeni kitabı çıkmış… Az önceki paragrafta da okumuşsunuzdur 20.baskı diyor arkadaş ya… Ki ben hemen öncesinde yazıya koymak için kitap kapağını ararken kitabın ilk kapağı da çıktı ya karşıma… E bu kitap bende var… Hatta bu yazıyı yazdığım yerden kitaplığıma dönüp baktığımda da Can Dündar kitaplarının arasından bana bakıyor sırıtarak. Üşenmedim aldım baktım, Şubat 2005’de basılan ilk 3 baskıdan bendeki.
Can Yayınları’ndan çıkan bu baskıya Can Dündar hem babasına elveda niteliğinde yeni bir bölüm hem de yeni yazılar eklemiş. Yeni bir de önsöz yazmış. (O kadar da kötü durumda değilim yani) Dolayısıyla kitabın son yazısından bir iki satırla bitireyim:
İnsan, babası sağken bilemiyor, tahmin etse de konduramıyor:
“Bu, onu son görüşüm mü?”
“Elini son öpüşüm mü?”
“Yoksa son Babalar Günüm mü?”
O yüzden son kezmiş gibi doyasıya görmek, öpmek, sevmek gerekiyor…